Güney Avrupa: Yeni Ekonomik Kriz, Eski Yapısal Nedenler

Acil Mücadeleci Sol Alternatif Gerekli

Coğrafi ve kültürel benzerliklerin yanı sıra, Güney Avrupa ülkeleri de temel bir özellik olarak birleşik ve eşitsiz bir kapitalist gelişmeyi paylaşmaktadır. Bu, geniş Kuzey-Güney hatları boyunca hem Avrupa düzeyinde hem de ülkelerin kendi içinde, farklı bölgeler (örneğin Kuzey-Güney İtalya) arasındaki keskin sosyo-ekonomik uçurumlarla yapısal bölünmelerin temelini oluşturuyor. Bu bölünmeler, Avrupa entegrasyon süreci ve özellikle Avro Bölgesi tarafından sağlamlaştırıldı ve derinleştirildi. Bu, en açık biçimde, on yıl önce başlayan ve özellikle – sadece olmasa da (örneğin İrlanda) – Güney üye devletlerini etkileyen Avro bölgesi krizine yansımıştır. COVID-19 salgınının başlamasından önceki koşullar üzerine inşa edilen AB çapında yeni ekonomik kriz, bu bölünmeleri net sınıf çizgileri boyunca daha da acımasız bir şekilde su yüzüne çıkaracak. Bu durum karşısında en iyi yanıt, kıtadaki popüler sınıfların uluslararası dayanışma ve eşgüdümlü mücadelesi olacaktır.

Vladimir BORTUN, Nikos ANASTASİADİS, Athina KARİATİ, Jonas Von VOSSOLE, Guiliano BRUNETTİ

Avro Bölgesi ve Güney ‘çevre’

Herhangi bir Marksist analizde, temel uzlaşmazlık, sermaye ile emek arasındakidir. Aynı zamanda, Marksistler, az çok gelişmiş ülkeler arasındaki egemenlik ilişkilerine de işaret etmekte ve bu ilişkilere karşı çıkmaktadır. Yüzlerce yıllık sömürgecilik ve neo-sömürgeciliğin bize gösterdiği gibi, kapitalizm altında ilki her zaman ikincisinden yararlanmaya çalışacak ve çoğu zaman bunu başarılı olacaktır. Kâr sistemine özgü rekabet, ulus devletler arasında gerçek, uzun vadeli herhangi bir işbirliğini imkansız kılar. ‘Avrupa bütünleşmesi’ projesi bir istisna değildir.

Barış, refah ve kardeşlik ideolojik anlatısının arkasında, kapitalist sınıfların, özellikle Almanya, Fransa, Hollanda, Finlandiya veya Avusturya gibi ‘çekirdek’ ülkelerden olanların kâr çıkarları yatar. Bu, büyük sermaye açısından kar maksimizasyonunu artırmak için açık pazarlar ve ucuz emek rezervleri haline geldiklerinden, kıtanın Doğu ve Güneyindeki “çevre” ve “yarı çevre” ülkeler pahasına olur. Elbette, AB’nin neoliberal mimarisinin gerektirdiği ücretler ve vergiler açısından kemer sıkma, özelleştirmeler ve dibe doğru yarış, eşzamanlı olarak “çekirdek” ülkelerdeki işçilerin yaşam standartlarının altını oyarken, aynı zamanda “çevre” ülkelerden gelen kapitalistlere fayda sağlıyor.

Bu nedenle AB, sınıf ve uluslararası bölünmeler arasındaki etkileşim için bir asırdan fazla bir süre önce Lenin’in yazdığı paradigmatik bir durumdur: “Yirminci yüzyılın eşiğinde yeni bir tür tekel oluşumunu görüyoruz: ilk olarak tekelci kapitalist olarak gelişmiş tüm ülkelerdeki kapitalistlerin birlikleri; ikincisi, sermaye birikiminin devasa boyutlara ulaştığı çok zengin birkaç ülkenin tekel konumu.”

Bu bölünmeler tarihsel olarak Güney Avrupa’daki eşitsiz ve birleşik gelişmeye dayanmaktadır. Burada kapitalizm, 20. yüzyılın sonuna kadar Feodal sistemin güçlü kalıntıları (toprak ağası sınıfı, kilise vb.) ve genellikle daha olgun olanlarla eşit düzeyde rekabet edemeyen zayıf ulusal burjuvazilerle Kuzey ülkelerinden daha geç gelişti. Bu, on yıl önce başlayan Avro bölgesi kriziyle açıkça netleşen bir bölünmeye yol açtı. Bu kriz AB ve ulusal kuruluşlar tarafından ‘Güneylilerin tembelliğinden’ ve ‘şişirilmiş refah sistemlerinden’ sorumlu tutulurken, nedenleri ‘Avrupa Bütünleşmesi’nin neoliberal tasarımıyla ilişkiliydi.

Birincisi, neoliberalizmde, önceki dönemde üretkenlikle orantılı olarak büyüyen ana akım ücret politikasının yerini ücret durgunluğu aldı. Bu, elbette, karlarda ani bir artış sağlamak ve ihracatı artırmak anlamına geliyordu. Böylesi bir yaklaşım özellikle Almanya’da, ancak ayrıca İskandinav ülkeleri, Belçika, Hollanda ve Avusturya’da da benimsenerek ihracat pazarlarında avantaj sağladı.

İkinci olarak, bu süre., Kuzey devlerinin bu ekonomilerin kilit sektörlerine hakim olmalarını ve rekabeti ortadan kaldırmalarını sağlayan Güney ülkelerindeki “pazarların açılması” süreci ile ele ele gitti. Bu onların endüstriyel ve teknolojik avantajlarını daha da güçlendirdi ve diğer Avro Bölgesi üye devletleri pahasına pazar paylarını artırmalarına yardımcı oldu. Bu nedenle, Güney ülkelerinin ticaret ve cari açıkları artmış ve bu ülkelerin uluslararası pazar payları büyük ölçüde daralmıştır. Dahası, neoliberal küreselleşmenin daha geniş bağlamında, birçok Güney ekonomisi, düşük ücretli el emeğine dayalı endüstrilere daha bağımlıydı, bu da üretimin yerelleştirilmesi sürecinden orantısız bir şekilde etkilendikleri anlamına geliyordu.

Üçüncüsü, üye devletler, Avro Bölgesi’ne katıldıklarında parasal güçlerini kaybettiler; geçmişte bu [parasal] güçler, para birimlerini devalüe ederek veya basitçe daha fazla para basarak açıklarını sınırlamalarına veya azaltmalarına olanak sağlardı. Ek olarak, Avrupa Merkez Bankası’nın kuralları, hükümetlerin açıklarını finanse etmelerine ve borçlarının faiz oranlarını yönetmelerine yardımcı olmasını yasaklıyor. Bu da ulusal hükümetleri uluslararası tahvil piyasalarının insafına terk ediyor. Aynı zamanda, bu hükümetler sıkılıkla, AB tarafından dayatılan bu deli gömleğini kamu harcamalarındaki kesintileri haklı göstermek için de kullandılar.

Dördüncüsü, açıklar Maastricht Antlaşması ile belirlenen GSYİH’nin % 3’lük sınırını (Avro Bölgesi’nin oluşturulmasında ilk adım olan) aştığında, Güney üye devletleri diğer uçta fazlaya dayalı çekirdek ekonomilerin bankalarıyla bir kısır döngüye girdiler. 2008’de, Avro Bölgesi krizi başlamadan önce, bu bankalar Portekiz’in borcunun % 65’ini, Yunanistan’ın % 66’sınını ve İspanya’nın % 67’sini elinde tutuyordu. Yine de bu ülkelerin çoğu, esas olarak krizin başlangıcından sonra bankalarını daha da fazla borç alarak kefaletle kurtardıklarında nispeten daha yüksek borç seviyelerine ulaştı.

Elbette, İtalya ve İspanya gibi ülkeler, AB projesi bağlamında “yarı çevresel” olarak görülebilseler de, gerçekte küresel kapitalizmin daha geniş alanında çeperden çok uzak emperyalist güçlerdir. Dahası, Güney Avrupa’nın ulusal kapitalist seçkinleri, kendi ülkelerinin kitlelerine uygulanan felaket durumunun sorumluluğundan hiçbir şekilde kurtulamazlar. Güney Avrupa halklarının karşı karşıya olduğu krizlerin çözümünün, rakiplerine göre herhangi bir ulusal veya bölgesel kapitalizmin güçlendirilmesinde değil, tüm kapitalist elitlere karşı kıta çapında enternasyonalist bir mücadelede yattığına şüphe yok.

Kapitalist statükonun bu sorunlara cevabı, ekonomik ve sosyal bir felaket olduğu kanıtlanan kemer sıkma politikasının şok terapisiydi, öyle ki IMF iktisatçıları bile nihayetinde “Finansal açıklık ve kemer sıkma politikalarının yol açtığı eşitsizlikteki artış, neoliberal gündemin artırmayı amaçladığı şey olan, büyümenin altını kendi başına oyabilir” olduğunu kabul ettiler.

Güney Avrupa’da bu gelişmelerin kemer sıkma karşıtı kitlesel hareketlere, genel grevlere ve SYRIZA (Yunanistan), Podemos (İspanya) ve Sol Blok (Portekiz) gibi yeni reformist sol partilerin seçimlerde yükselmesine yol açtığı iyi bilinmektedir.

Bununla birlikte, bu partilerin programatik, stratejik ve örgütsel sınırları, nihayetinde, yukarıda bahsedilen yapısal sorunları ve bunların etkilerini çözmek için gerekli sosyalist alternatifi sunmalarını engelledi. 2015 yılında SYRIZA, hükümete girdikten sadece altı ay sonra ılımlı reformist programına teslim oldu, görev süresinin geri kalanı için daha fazla kemer sıkma ve diğer neoliberal önlemleri uyguladı ve böylece sağın iktidara dönüşünün önünü açtı; AKEL’in neoliberal, kemer sıkma yanlısı statükoya bir alternatif sunmakta başarısız olduğu Kıbrıs’taki durumdan farklı değil. İspanya ve Portekiz’de, sırasıyla Podemos ve Sol Blok, sosyal demokrat liderliğindeki hükümetler için küçük ortaklar haline geldiler ve sol alternatifler olarak çekiciliğini yavaş yavaş yitirdiler. Buna ek olarak İtalya, kısmen ana sol parti Rifondazione Comunista’nın geçmişteki iflası ve kısmen de onu yapan popülist toplumdaki bazı düzen karşıtı duyguları yakalamayı başaran Beş Yıldız Hareketinin yükselişi nedeniyle yeni bir sol oluşum oluşturamadı. Tüm bu başarısızlıklar kaçınılmaz olarak, en azından yakın dönemde, bu ruh halinin bu yeni ekonomik kriz bağlamında politik olarak nasıl yönlendirileceği üzerinde bir etki yaratacaktır.

COVID-19 ve küresel durgunluk

Yakın tarihli bir Dünya Bankası raporunda olduğu gibi, yalnızca bu yıl dünya GSYİH’sında yalnızca pandemide % 5,2’lik bir daralma görecek olan “on yılların en derin küresel durgunluğunu” suçlamak cazip gelebilir. Bununla birlikte,  COVID-19 kendi başına bir krizi tetikleyebilse de, kamu ve özel borç seviyesi 2019’un başından bu yana önceki mali krizin seviyesini bile aştığından, birkaç yıldır artan koşullar nedeniyle bu kriz daha da büyük olacak.  AB düzeyinde, GSYİH’daki daralmanın bu yıl % 7,5 ile daha da büyük ve yalnızca Avro bölgesinde % 7,8 olacağı tahmin edilmektedir.

Ekonomik toparlanmayı artırma girişimi olarak, üye devletler ve Komisyon, yukarıda belirtilen çelişkileri yansıtan aylarca süren zorlu müzakerelerin ardından, kabaca 750 milyar Avro’luk bir ekonomik iyileşme planı üzerinde anlaştılar. Bu plandan iki ana yararlanıcının İtalya ve İspanya olduğu söyleniyor. Ancak, ‘tutumlu’ diye adlandırılan ülkelerin (Avusturya, Danimarka, İsveç ve Hollanda) baskısının ardından, başlangıçta önerilen 500 milyar paranın yalnızca yarısı hibe olarak verilecek. Bu, Avrupa Komisyonu tarafından denetlenecek olan ve diğer üye devletlerin bir girdiye sahip olmasına ve hatta ‘reformların’ buna göre gerçekleşmemesi durumunda para transferini engellemesine izin verilecek olan, bu ekonomilerde ‘reform’ yapmayı amaçlayan koşullarla gelecektir. Neoliberal jargonda bunun ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz: web sitemizde önceki bir makalede belirtildiği gibi daha fazla kemer sıkma (özellikle işçi hakları ve emekli maaşları ile ilgili olarak) ve özelleştirmeler. Dijital ve yeşil ekonomi reformlarından da bahsediliyor olsa da bu hala çok belirsiz ve gerçekten de AB çapında yeşil ve dijital vergiler fikri, önceden da tahmin edildiği gibi plastik atıklar için çok daha mütevazı bir vergi lehine terk edildi.

Tabii ki, Kuzey üye devletlerindeki işçiler, gençler ve orta sınıflar da bu yeni ekonomik durgunluktan mustarip olacaklar, özellikle güvencesiz sözleşmeli işçiler ve ihracata dayalı endüstrilerde çalışanlar ve kamu sektörlerindeki işçiler, muhtemelen harcama kesintileriyle hedef alınacak. Bununla birlikte, Güney üye devletler – ve hatta daha çok Orta ve Doğulu ülkeler – aşağıda gösterildiği gibi bu yeni ekonomik durgunluğa karşı özellikle savunmasızdır.

İspanya

İspanya’daki durgun ekonomik büyüme, genel olarak kapitalizmin mali kriz öncesi büyüme düzeylerine geri dönmedeki yetersizliğinin bir işareti olarak, geçen yıl zaten yavaşlamaya başladı. Pandeminin ciddiyeti ekonomik durumu AB ortalamasından daha fazla etkileyecek, İspanya Merkez Bankası sadece bu yıl GSYİH’de % 15.1’lik bir düşüş tahmin ediyor! Bunu bir perspektife oturtmak gerekirse, önceki krizde GSYİH 6 yıllık bir süre içinde % 9,5 düşmüştü.

Tüm işlerin % 72’si KOBİ’lerde (AB ortalamasının % 66’sına kıyasla) ve turizm GSYİH’nın % 12’sinden daha azını oluşturmadığından, bu salgının dışında, ekonominin yapısı da bu korkunç beklentileri açıklamaya yardımcı oluyor. En önemlisi, 10 Eylül itibarıyla doğrudan mali teşvik oldukça sınırlı olmuştur (yaklaşan AB kurtarma fonları hariç), GSYİH’nın yalnızca % 3,5’i ile sınırlanmıştır ki bu, Fransa’da % 6, Hollanda’da% 6,7 ve % 8,9 olan Almanya (bölgesel otoritelerin teşvikleri dahil değil) ile karşılaştırıldığında bir kez daha yukarıda ana hatları çizilen açığa ve fazlaya dayanan ekonomiler arasındaki daha derin dengesizliği yansıtıyor.

Aynı zamanda, İspanya’nın borcunun 2019’un sonunda % 95’ten GSYİH’nın % 120’sine çıkması muhtemelken, işsizliğin on yıldan daha kısa bir süre öncenin altında da olsa (% 25) bu yıl % 20’ye ulaştığı söyleniyor. Tüm bunlar, son zamanlarda başlatılan 3 milyar Avro’luk evrensel temel gelir planı buna karşı koymak için tamamen yetersiz olduğundan, yalnızca sıradan insanların yaşam standartlarını ağırlaştıracaktır. Nitekim, neoliberal maliye bakanı Nadia Calviño’nun Avrogroup’un yeni başkanı olarak atandığı mevcut PSOE (Sosyal Demokrat, ç.n.) liderliğindeki hükümet, AB’nin mali teşvikler karşılığında talep etmesi muhtemel her türlü kemer sıkma önlemini uygulamaya istekli görünüyor. Daha endişe verici bir şekilde, son röportajda, Podemos’un lideri Pablo Iglesias, AB liderleri tarafından kemer sıkma ve neoliberalizmden bir kopuş olarak kabul edilen anlaşmayı kutladı ve böylelikle daha derin yanılsamaların bir yansıması olan daha fazla kemer sıkma ve neoliberal önlemleri gerektirecek şeylere yanılsamalar ekildi – AB’nin ve daha genel olarak kapitalizmin reform edilebilirliğine olan yanılsamaların bir yansıması.

Ana sol siyasi güç olan Unidas Podemos (Podemos ile daha küçük, biraz daha radikal Izquierda Unida arasındaki ittifak), bu hükümetin bir parçası ve yakında herhangi bir zamanda adım atma olasılığı düşük (Izquierda Unida örneğinde daha az olası) ve Sendika liderlerinin ‘toplumsal barış’ çizgisini takip etmesiyle, mevcut solun yakın dönemde daha fazla kemer sıkma politikasının yaratacağı halk öfkesini kanalize edememesi tehlikesi var. Bunun yerine, sonuncusu siyasi olarak Vox’tan aşırı sağcı popülistlere fayda sağlayabilir, ancak önemli bağımsız hareketlerin olduğu bölgelerde (örn. Euskal Herria) sol milliyetçi güçler (örn. BILDU) kazanç sağlamak için daha iyi bir konumda olabilir. Bu, yeni bir sol alternatifin gelişmesi ve işçiler, gençler ve aktivisler için yeni bir çekim noktası haline gelmesi için oldukça aciliyet teşkil ediyor. Bazı sektörlerdeki (eğitim ve halk sağlığı hizmetleri ve aynı zamanda güvencesiz işler) militan ruh hali, sonbaharda, feminist ve ırkçılık karşıtı hareketlerin dinamizmi ve aynı zamanda Anticapitalistas grubunun, kitle hareketlerine dayanan yeni bir sol proje inşa etme amacıyla ilan edilen Podemos’tan ayrılması gibi – bunların tümü, bu yeniden yapılanma sürecinde rol oynaması muhtemel olumlu faktörlerdir.

Portekiz

Portekiz Bankası, 2020’de GSYİH’de % 9,5’i oranında bir durgunluk öngörüyor. Kamu borcu muhtemelen GSYİH’nın % 135’ine yükselecek. Antonio Costa liderliğindeki PS (Sosyal Demokrat, ç.n.) hükümeti, kamu açığının bu yıl % 7’ye ulaşacağını tahmin ediyor. Bu, Portekiz’in devlet bütçesini 1974’te faşist diktatörlüğün çöküşünden bu yana ilk kez mavi mürekkebe dönüştüren maliye bakanı ve Avrogroup başkanı Mario Centeno’nun ‘yumuşak kemer sıkma’ politikalarının sözde başarısını tamamen ortadan kaldıracak. Centeno Salgının ortasında kendini her iki pozisyondan da ihraç etti ve pisliği halefi tarafından temizlenmeye bıraktı.

İşsizlik rakamları henüz temelde artmadı çünkü Portekiz hükümeti, kitlesel işten çıkarmaları önlemek için özel sektörü sosyal güvenlik fonlarıyla kamuya sübvanse eden bir “işten çıkarma politikası” denilen bir politika hayata geçirdi. Program, pandemi sırasında işçilerin işten çıkarılamayacağını garanti etti, ancak ücretlerinin 3’te 2’sini alacakları garantisiyle istihdamları “duraklatılacaktı”. Yalnızca % 30’unun işverenler tarafından ödenmesi gerekirken, % 70’i sosyal güvenlik sistemi tarafından garanti altına alınacaktı. Sistem, sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliğini büyük ölçüde tehlikeye atmaktadır.

İşsizlik istatistikleri, çevre ekonomiler için hayati önem taşıyan kayıt dışı ekonomide yaratılan işsizliği ve mevsimlik istihdamı da hesaba katmıyor: turizm ve tarım. Tarım sektöründeki işçilerin çoğu – özellikle Alentejo bölgesinde – Doğu Avrupa ve Afrika’dan gelen ve köleliğe yakın koşullarda çalışan ve istihdamlarının sona ermesiyle herhangi bir yardıma erişimleri olmayan belgesiz göçmenler.

Antonio Costa, bir azınlık hükümetine liderlik ediyor ve siyasi istikrarı güvence altına almak için solunda ve sağında yapılan anlaşmalara bağlı. Kilitlemenin başlangıcında, hükümet grev ve protesto hakkı da dahil olmak üzere demokratik hakları sınırlayan bir olağanüstühal uyguladı. Tüm sosyal yaşam durma noktasına gelirken inşaat ve sanayi durmadı. Acil durum önlemleri, işçilerin işyerlerinin kapatılmasını veya daha katı hijyen politikaları talep etmesini engelledi. Portekiz’in virüsle ilgili ilk büyük dalgalanmalarının çoğu, özellikle Porto ve Lizbon yakınlarındaki Azambuja lojistik merkezi civarında endüstriyel mahallelerde gerçekleşti.

Şimdiye kadar temel bir muhalefet ortaya çıkmadı: Sol Blok bu olağanüstü durumu destekledi ve PCP (Komünist, ç.n.) çekimser kaldı. PS hükümetine karşı bir muhalefet inşa etmek yerine, her iki taraf da bir ‘sorumluluk’ ve önceki Geringonça hükümetinin anlaşmalarının bir devamı niteliğinde olma mesajı iletti. Bu stratejiler hükümet politikalarına yönelik sistemik öfkenin giderek aşırı sağ tarafından yönlendirilmesine yol açmıştı. Geçen yıl yapılan seçimlerde CHEGA partisi, faşizmin çöküşünden bu yana ilk aşırı sağ milletvekilini -André Ventura- meclise soktu. Bu arada, bazı kamuoyu yoklamaları, salgın sırasında “Çingeneleri” virüs salgınlarından sorumlu tutmaya çalışan ve “Çingene” hapishane kamplarına olan ihtiyacı savunan CHEGA’nın PCP’yi ve sol bloğu geride bıraktığını ve Portekiz’in bir sonraki seçiminde üçüncü parti olacağını gösteriyor.

İtalya

İtalya, salgından en çok etkilenen ve pandeminin ekonomik sonuçlarından daha da fazla etkilenecek olan Avrupa ülkelerinden biri. Pandemi, yirmi yıldır ekonomik olarak büyümeyen ve şimdiden “Avrupa’nın büyük hasta adamı” olarak görülen bir ülkeyi vurdu. AB’ye göre İtalya, 2020 yılı için tahmini en kötü büyümeye sahip ülke ve GSYİH % 11,2 oranında düşüyor. Bu, kamu borcunu GSYİH’nın tahmini % 160’ına çıkarır. AB’nin üçüncü büyük gücünde, yurtdışında çok açığa çıkan İtalyan bankacılık sisteminin karmaşıklığıyla bağlantılı bu tür bir kamu borcu, Avrupa’daki tek para biriminin istikrarı için büyük ölçüde zararlı bir tehlikeyi temsil ediyor.

Ulusal İstatistik Enstitüsü ISTAT’ın tahminine göre: Üç şirketten birden fazlasının (% 38,8) kapanma riski bulunuyor. Kapanma tehlikesi mikro (% 40,6) ve küçük (% 33,5) şirketler arasında daha yüksek, ancak orta (% 22,4) ve büyük (% 18,8) şirketler arasında da “kayda değer”. Koronavirüs acil durumu nedeniyle on otel ve restorandan altıdan fazlası bir yıl içinde kapanma riski altında ve 800.000’den fazla istihdamı tehlikeye atıyor. Sektörde şirketlerin % 65,2’si hayatta kalma riski altında olarak tanımlanıyor.

İtalyan toplumunda var olan genel his, büyük bir şeyin olması gerektiğidir. Bu duygu yalnızca popüler sınıflar arasında değil, egemen sınıf içinde var. Birkaç yıldır, gizli servisler hükümetleri istikrarsızlık ve sosyal seferberlik riski konusunda uyarıyor. Bu yıl, milyonlarca İtalyan aile arasında yoksulluğun yayılmasının, sıcak bir sonbahar ve aşağıdan isyan riski taşıdığını açıkça belirten İçişleri Bakanı Lamorgese’nin kendisiydi.

Gerçek şu ki, kitlesel yoksulluk inanılmaz bir hızla ilerliyor. Milyonlarca aile, kamu yararlarının az olduğu ve elde etmenin çok zor olduğu bir ülkede işsizlik hayaletiyle karşı karşıyadır. Daha önce de yazdığımız gibi Mart ayında ilan edilen işten çıkarma fonunu bekleyen, o zamandan beri bir kuruş bile almayan işçi aileleri var.

Conte hükümeti, esas olarak M5S (Beş Yıldız Hareketi) ve Demokrat Parti’den oluşan zayıf bir çoğunluk tarafından destekleniyor. Çoğunluk, M5S’nin yok olma riskiyle karşı karşıya olduğu seçimlere gitme korkusu üzerine kurulu. Sağın neredeyse kesin olarak kazanacağı erken seçim korkusu, hükümeti bir arada tutan ana yapıştırıcıdır. Bu nedenle, özellikle salgının ikinci dalgası riski ve eylül ayında yapılması planlanan bölgesel seçimlerle birlikte, yakında erken seçimler görmemiz pek olası değil.

Ne var ki hükümet her an dağılabilir. ESM (Avrupa İstikrar Mekanizması, ç.n.) için parlamentoda oylama yapılması durumunda, parlamento çoğunluğu bölünme riski taşıyor. Bu nedenle, cinsel taciz, mali, yolsuzluk skandalları vb. için her türlü davaya karışan eski Başbakan Silvio Berlusconi’nin beklenmedik bir şekilde rehabilitasyonuna tanık oluyoruz … Berlusconi’nin rehabilitasyonu, EPP ile bağlantılı Forza Italia’nın Conte’nin parlamento çoğunluğunu destekleme olasılığını yoklamayı amaçlamaktadır.

Şu anda Lig ve Fratelli d’Italia (başka bir sağ kanat parti) arasındaki ittifakın egemen olduğu İtalyan ana akım sağındaki bu iç bölünme, ekonomik krizin karmaşıklığını ve İtalyan burjuvazisinin bir kısmının, isteyerek ya da istemeyerek, sağcı popülist bir hükümet olasılığına karşı hissettiği korkuyu yansıtıyor. Forza Italia’nın rehabilitasyonu, solun ve yalnızca Berlusconism karşıtlığıyla yaşamış olan M5S’nin krizin ciddiyeti hakkında da çok şey söylüyor, onu yeniden diriltip onu takdim edilebilir kılıyor.

Orta sınıfların proleterleşmesinin egemen olduğu bir senaryoda bir toplumsal krizin patlak vermesi ve güçlü bir elit karşıtı hissiyat ve solun yokluğu ile karakterize edilen bu bağlamda, krize radikal çözümler arayan yoksullaşmış orta sınıfın kitlesel bir gerici radikalleşmesine tanık olma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Sol, açık ve radikal bir anti-kapitalist perspektifi yeniden kazanmazsa, bu radikalleşmeyi hiçbir şekilde müdahale edemeden izleme riskini taşıyor.

Yunanistan

Yunanistan’da Yeni Demokrasi’nin sağcı hükümeti enfekte insan sayısının düşüklüğünü -en azından şimdiye kadar- ve ölümlerin düşük olmasına (bu yazı yazıldığı 11/9/2020 tarih itibariyle 11 milyonluk bir nüfusta 300’ün altında) dayanarak COVID kriziyle başa çıkmanın bir “modeli” olarak sunmaya çalışıyor. Bu, hükümetin uyguladığı hızlı kilitlenme önlemlerine dayanıyordu ve bu da, memorandumun kemer sıkma politikaları ile yıkılan Yunanistan’daki sağlık sisteminin muhtemelen yüksek baskı altında kaldıramayacağı öngörüsü nedeniyle hükümete zorlandı. Durum İtalya ve İspanya’da olduğu gibi geliştiğinde, çok militan gelenekleri olan Yunan işçi sınıfının tepkisinden de korkuyorlardı. Mitsotakis’in bu “başarısı”, onu anketlerde üst sıralarda tuttu – yaklaşık % 40 destek alırken, ana muhalefet partisi Syriza, % 20 civarındadır. Ancak, kitlesel test veya diğer kısıtlamalar olmaksızın turistlere sınırların açılması ve “ekonomi yararına” sosyal mesafe önlemlerinin gevşetilmesi, yeni vakalarda ciddi bir artışla tehdit ederek tabloyu değiştirmeye başladı.

Çoğu tahmine göre, Yunanistan’ın GSYİH’sı yaklaşık % 10 düşecek, işsizlik % 23’e ulaşacak ve kamu borcu GSYİH’nın % 204’üne yükselecek! Bu, GSYİH’nın % 26 küçüldüğü ve işçi sınıfından milyonlarca insanın hayatının mahvolduğu on yıllık bir krizin ardından gelecek.

ND hükümeti, kilitlemeyi kullandı ve daha acımasız baskıcı politikalar ve kemer sıkma politikaları empoze etmek için hala Covid19 krizini kullanıyor. Protesto ve gösterilere ciddi kısıtlamalar getiren yeni bir yasa onaylandı ve “organizatörler” ağır para cezaları ve hapis cezalarıyla tehdit ediliyor. Bir başka yeni yasa, natura-2000 ve diğer korunan alanlarda çevresel bozulmaya ve tahribata yol açacak “yatırımlara” (madenler, oteller, rüzgar çiftlikleri vb.) imkan sağlıyor. Ek olarak, yeni iş kanunları ve yönetmelikleri çıkarıldı. İş tasarrufu bahanesiyle, on binlerce işçi ücretlerinin düşürüldüğünü görüyor ve/veya işverenleri tarafından yarı zamanlı sözleşmelere zorlanıyor ve bir dizi işçi hakları kaldırılıyor. Ayrıca, diğer şeylerin yanı sıra yeni bir eğitim yasası geçti.

Başka bir derin kriz olasılığı, işçi sınıfı için bir kabus. Bununla birlikte, toplumdaki en militan katmanları şimdiden karşı koymak için mücadeleler düzenliyor. Kilitlemeden sonra, protesto hakkını ciddi şekilde kısıtlayan yeni yasaya karşı kitlesel gösteriler, yeni çevresel yıkım yasasına karşı gösteriler ve öğretmenler, sanat çalışanları, turizm endüstrisindeki işçilerin protesto ve grevleri de dahil olmak üzere önemli seferberlikler gerçekleşti. Toplumdaki çoğu militan katman yalnızca sağcı hükümetle savaşmak zorunda değil, aynı zamanda SYRIZA’nın teslim olması ve sendika liderlerinin ihanetleri nedeniyle toplumdaki kitle katmanlarının hayal kırıklığıyla “mücadele etmek” zorunda. Bununla birlikte, son yıllarda ekoloji mücadelelerinin de yansıttığı gibi, mücadele süreci başlamıştır ve önümüzdeki dönemde önemli çarpışmaları içerecektir.

Kıbrıs

Kıbrıs adasının her iki tarafında hükümetler, ilk vakaların ortaya çıkmasından hemen sonra limanları ve havalimanlarını kapatarak tam bir tecrit uyguladı. Her iki ekonomi de turizm ve hizmetlere dayanıyor, bu yüzden ikisi de AB’den ve Türkiye’den kredi ve sübvansiyon aldıktan sonra bile çok büyük bir mali kriz içinde.

Güneyde, DISI’nin sağcı neoliberal hükümeti, kilitlenme sırasında refah ve sübvansiyonlar için GSYİH’nın % 5,7’sini harcadı ve ayrıca AB’nin hibe ve kredilerinden kredi olarak % 7 vermeyi planlıyor. Ancak reel ekonomi zor durumda.

Kilitlenme sırasında verilen paranın çoğu vergi muafiyetiydi ve devlet fonlarının kasasını boş bıraktı. Bu nedenle Maliye Bakanı, yakında kamu sektöründe kesintilere ihtiyaç duyulacağını halihazırda ilan etti bile. Yıllar süren bozulma nedeniyle virüsün yayıldığı ana yer olan sağlık sistemine bir miktarda hibe verilmesi planlansa da sağlığın özelleştirme süreci devam ediyor. İkinci yardım paketi, halen bir önceki krizden muzdarip olan ve çok sayıda TGA’ya (Tahsili Gecikmiş Krediler) sahip olan birçok KOBİ hariç olmak üzere, esas olarak “canlanabilir” işletmelere verilecek kredilerden oluşmaktadır. AB’den gelen hibelerin bir kısmı, yarı zamanlı çalışma ve sıfır saat sözleşmelerinin sübvanse edilmesi yoluyla işgücü piyasasının daha fazla deregülasyonunun değiş tokuşu ile verilmektedir.

Kilitlenme sonrası ekonomideki daralmanın ve turizm sektöründeki kayıpların 2020 için % 7’ye ulaşacağı tahmin ediliyor. Ekonominin ana sektörü turizmdir ve GSYİH’nın % 23’ünü oluşturmaktadır. 2019 gelenlerin sadece % 14’ünün 2020’nin ilk 7 ayında gelmesi, yaşanan hasarı gösteriyor. AB’den gelen yeni kredilerle yaz aylarında zaten % 120’ye ulaşan borç, yıl sonunda bankaların çöktüğü 2013’e benzer bir şekilde GSYİH’nın % 116’sı olarak hesaplanıyor. Son krizde olduğu gibi, tüm bu “bağışlar” ve krediler, 2013’ten sonra gelirleri% 25 azalacak, yarı zamanlı çalışma% 50 artacak, refah sistemi yıkılacak ve özel sektördeki ücretler neredeyse yarı yarıya düşecek olan çalışanlara geri ödenmek zorunda.

Kuzey Kıbrıs’ta, hem Türkiye hem de AB tarafından bazı sübvansiyonlar verilmiş olsa da, bu GSYİH’nın yalnızca % 0,4’ünü oluşturuyordu. Bu nedenle, ilk aşamadan itibaren, sağcı UBP-HP hükümeti, kamu sektörü çalışanlarının maaşlarının % 25’ini ve yerel yönetim bütçelerinin % 25’ini kesti. Halk sağlığı sektörü çok kötü durumda, yeterli Yoğun Bakım Ünitesi yatağı, ventilatör veya hastane personeli yok ve durumu değiştirmek için hiçbir yatırım yapılmadı. Türkiye 325 milyon dolarlık (GSYİH’nın yaklaşık % 8’i) bir kredi vaat etmesine rağmen, buna sağlık sektöründe ciddi yatırımlar içermeyen, ancak daha fazla özelleştirme için baskı yapan ve adadaki ağırlıklı olarak Türk yatırımlarını destekleyen başka bir ekonomik protokol eşlik ediyor. Türk hükümetine gelen tek para orduya Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervlerinde şu anda devam eden silahlanmanın bir parçası olarak verilen sübvansiyonlardı. Durum büyük bir huzursuzluğa neden oluyor ve ekonomi çok kötü durumda olmasına rağmen, sendika platformu (kuzeydeki çoğu sendikadan oluşan bir koalisyon) havaalanlarının açılmasına karşı harekete geçti, önce sağlık sisteminin düzene sokulması ancak ondan sonra ekonominin açılması çağrısında bulundu, özellikle de Covid-19’un henüz kontrol altında olmadığı Türkiye için. İlk tecritin sona ermesi ve sınırların açılmasından 2 ay sonra Kuzey Kıbrıs ikinci bir vaka dalgasıyla karşı karşıya kaldı ve Türkiye ile sınırlarını bir kez daha kapattı.

Pandemi, AB’nin ikiyüzlü bir şekilde ilan ettikleri “dayanışmayı” göstermesi ve Kıbrıs örneğinde, halkı ortak tehlikelerden korumak için iki toplumun işbirliğini göstermesi için iyi bir fırsat olabilirdi. Bununla birlikte, kapitalistlerin çatışan çıkarları ve daha fazla kar ve sömürü açgözlülüğü, pandemiyle yalnızca kendi resmi sınırları içinde ve – Kıbrıs örneğinde – gayri resmi sınırlar içinde, insan hayatı pahasına savaşmaya yöneltti. Kilitlenme adanın her iki tarafındaki insanlar tarafından desteklense de, hükümetlerin aldığı ilk önlem, başlangıçta önemli bir iki toplumlu hareketi tetikleyen, kuzey ve güney arasındaki kontrol noktalarını kapatmak oldu, ancak daha sonra pandemi adaya ulaştığında, korkuya, şüpheye ve milliyetçiliğe yol açtı.

Adanın her iki tarafında geleneksel, komünist sol olarak adlandırılan güneyde AKEL ve kuzeyde CTP, muhalefette olmasına ve geleneksel olarak her iki tarafta nüfusun yaklaşık % 30’unun desteğine sahip olmalarına rağmen, söz konusu sağcı hükümetlerle ortak çalıştı ve yardım paketlerinin planlanmasında “işbirliği yaptı”. Adanın her iki tarafında da sol, “sosyal barışı” bozmamak için “sorumlu”, “gerçekçi” olmaya çalışıyor. Ancak emekçi halk ve gençler geçim kaynaklarını kaybederken veya göçe zorlanırken sosyal barış olamaz. Kuzeydeki sendikaların hâlâ küçük de olsa seferberliği ve güneydeki emekçilerin sergilediği huzursuzluk, antikapitalist bir sola olan ihtiyacın her zamankinden daha büyük olduğunu gösteriyor.

Sonuç

COVID-19 salgınının tetiklediği, ancak temelde zaten mevcut olan küresel ekonomideki koşulların neden olduğu yeni ekonomik kriz, kapitalizm tarihindeki en küresel kriz olmayı vaat ettiği için dünya çapında büyük bir etkiye sahip olacak. Yapısal ekonomik kusurlarıyla ve on yıllık kemer sıkma politikaları ve yavaş veya eksik ekonomik büyümenin ardından gelen Güney Avrupa ülkeleri, Avro bölgesinin daha geniş bağlamında bu yeni krize karşı özellikle savunmasızdır. AB’nin vaat ettiği mali destek, halihazırda kötüleşen ekonomik durumun yıkıcı sosyal etkisini önlemek için tamamen yetersizdir. Aksine, muhtemelen daha fazla kemer sıkma önlemine eklenecektir. Tüm bunların toplumsal etkisinin kitlesel kargaşaya dönüşmesi an meselesi olacak ve  halihazırda İspanya’daki sağlık çalışanları veya Yunanistan’daki öğretmenler ve sanat çalışanları gibi çeşitli ülkelerde ve çeşitli sektörlerde bir miktar hareketliliğe şimdiden tanık olmaktayız. Pandeminin ilk dalgası, özellikle İtalya ve İspanya’da, işçilerin aşağıdan harekete geçmesinin zorunlu kıldığı fabrika kapanmalarıyla da kendini dışa vurdu. Diğer yerlerde olduğu gibi, krizin yaşam standartları üzerindeki etkileri çözüldükçe, yerleşik düzene yönelik halkın öfkesi katlanarak artacaktır.

Aynı zamanda, bölgedeki mevcut solun bu öfkeyi kanalize etme ve yakın dönemde politik olarak ondan yararlanma kapasitesinin ölçülü bir değerlendirmesine ihtiyacımız var. Yeni sol oluşumların yukarıda bahsedilen başarısızlıkları, bazıları halihazırda statükonun bir parçası haline geldiği (SYRIZA ve AKEL) ya da yukarıda yazdığımız gibi statükoyu (Podemos ve Sol Blok) desteklediği için, statükoya alternatif olarak güvenilirliklerini baltalıyor; ya da [böyle bir alternatif] sadece mevcut değil (İtalya). Bu, popülist aşırı sağ için kısa ve orta vadede, özellikle İtalya’da ve belki de İspanya ve Portekiz’de bazı kazanımlar sağlayabilir. Bununla birlikte, kendi siyasi aracını arayacak olan sola doğru bir bilinç kayması da eşlik edecektir. Ancak işçi sınıfının çoğunluğu tarafından Avrupa yanlısı ve işveren yanlısı olarak görülen ve bu nedenle de yerleşik düzene gerçek bir alternatif olduğu kanıtlanmayan solun, işçi sınıfı kitlelerinin bilinci üzerindeki etkisi biraz zaman alacak ve bazıları çoktan başlamış olan yaklaşan mücadeleler, yeni, güvenilir, kitlesel bir sol alternatife dönüşmeden önce deneyime ihtiyaç duyulacaktır.

Dolayısıyla hem neoliberal statükoya hem de popülist aşırı sağın yükselen tehdidine karşı koymak için insanların çaresizce ihtiyaç duydukları sol alternatif, mevcut solun ve işçi hareketinin zayıf liderliğe rağmen, büyük olasılıkla kitle hareketlerinden ve endüstriyel mücadelelerden yeniden ortaya çıkacaktır. Bu yeni sol alternatif, bir tür ‘ilerici kapitalizmi’ savunurken tüm yanılsamaları terk etmek zorunda kalacaktır. Bu aynı zamanda AB’nin içeriden reform edilebileceği yanılsamasından da kurtulmak anlamına geliyor. Avrupa’nın ihtiyacı olan şey daha ‘demokratik’ kapitalist kurumlar değil, tüm ülkelerden popüler sınıflar arasında uluslararası mücadele, dayanışma ve koordinasyondur. Gerçekten de bu iflas etmiş sisteme sosyalist, demokratik ve enternasyonalist bir alternatif ortaya koyacak cesaret ve netliğe sahip bir sol alternatife ihtiyacı var.

Yorum bırakın